Kimisi Soulslike kimisi Roguelike kimisi Zeldalike olmak üzere ufaklı tefekli pek çok indie ile karşılaştığımız şu zamanlarda Death’s Door hepsini minimal bir şekilde oyuna yedirerek oldukça keyifli bir iş çıkartmış ortaya. Tüm bu oyunlarda sevdiğimiz şeylerden kendi küçük tabağına bölmüş ve başından kalkması zor bir oyun haline gelmiş. Bu tanıdık mekaniklerin izlerini hissetmek hem keyifli hem de elinizden tutup kolayca oyunun içine girmenizi sağlıyor.
Zor ve imkansız oyunlar

Bir oyun ne zaman başından kalkması zor hale gelir? Cevap; oyun gerçekten hiç zor olmadığı ve ölmek tamamen sizin beceriksizliğiniz ve suçunuz olduğu zaman. Dark Souls‘da kendime uzun uzun eziyet etmemin sebeplerinden biri de bu. Düşmanlar belli bir hareket şemasını takip eder ve onlardan kaçınmak veya yakalanmak tamamen benim becerime bağlı olur. Ve Death’s Door’da her şeyin bir hareket şeması var. Siz de bu hareketlerin etrafında taklalar ve saldırılarla dans etmelisiniz, bu da savaşları ve aksiyonu oldukça keyifli hale getiriyor. Takla atıp size doğru yuvarlanan bir düşmandan kaçınıp onu afallatabilir, uzaktaki iki düşmanı oklarla indirip daha sonra da afallayan düşmanı kılıç darbeleriyle defedebilirsiniz. Ve tüm bunları bir uyum ve derin bir adaptasyon içinde yapabilirsiniz.
Aslına bakarsanız Death’s Door zor bir oyun bile değil ve ölmek o kadar cezalandırıcı bir olay da değil. Fakat yine de ölmeyi asla istemiyorsunuz ve buna göre efor sarf ediyorsunuz.
Reaper ofisi

Bu sevimli görselliğe sahip oyunda küçük bir kargayı oynuyoruz. Bu karganın görevi çeşitli kapılardan girmek ve içerideki bossun ruhunu almak. İlk girdiğimiz mekanda pek çok karga görüyoruz ve burası da bir ofise benziyor. Bu ofiste bizim karganın yaptığı işi yapanlara ”Reaper” ismi veriliyor.
Sekreter kargalardan biri bizi ilk kapımıza gönderiyor, içinden geçip ilk ruhu almak üzere yollanıyoruz. Ve tam da bu ruhu elde ettiğimiz sırada başımıza talihsiz bir olay gelmesi sonucu ruhu kaybediyoruz. Ofise geri döndüğümüzde sekreter karga bunu ”başımıza asla gelmesini istemediğimiz bir olay” olarak adlandırıyor ve biz de kaybettiğimiz o ruhun peşine düşüyoruz.
Kapı ve daha çok kapı
Her girdiğimiz kapının kendine özgü bir teması var, örneğin ilk girdiğimiz kapı bir mezarlıkken daha sonra turuncu yaprakların ayaklarımızın altında ezildiği daha büyüleyici bir yere giriyoruz. Yeni mekanın beraberinde de yeni ufak tefek mekanikler ekleniyor oyuna, oklarımızı fırlatarak sırayla meşaleleri yakıyoruz kapıları açmak için veya uzaktan oklarımızla küçük testileri vurup duvarın patlamasına sebep oluyoruz. Bu tür küçük şeyler de oyunun renklenmesinde ve yeni yerlerin gerçekten ”yeni” hissettirmesinde büyük rol oynamış.
Bu yolculuğumuzda yalnız da değiliz. Gittiğimiz yerlerde pek çok akılda kalıcı ve ilginç karakterle de karşılaşıyoruz. Örneğin kafasının bir tencere olmasıyla lanetlenen ve bana o tencereden biraz çorba ikram etmek isteyen karakter oldukça akılda kalıcıydı benim için.

Son olarak oyunda sevdiğim bir diğer şey de öldüğünüz veya ana mekana dönmek istediğiniz zaman tüm gittiğiniz yolu geri dönmek zorunda kalmamanız. Böyle olduğunda ben genellikle birkaç denemenin ardından oyunu kapatırım, o yol gözümde ağzımda büyüyen ve yutamadığım bir lokma gibi büyür.
Death’s Door’da açtığınız kapılar ve indirdiğiniz merdivenlerle tüm harita nihayetinde Souls oyunlarında gördüğümüz gibi kestirmelerle birbirine bağlanıyor. Tüm zindanı aşıp bir bossa geldiğim zaman ölürsem, oraya kolayca gidebileceğimi bilmek de hiç şikayet etmeden tekrar tekrar denememe olanak sağlıyor. Veya çok fazla ruhum biriktiyse kolayca ana mekana açılan kapıya gidip ölmeden o ruhlarla karakterimi geliştiriyorum. Bunu gerçekten çok başarılı oturtmuşlar.
Sonuç olarak

Death’s Door gerçekten uzun saatler oynayacağınız, harmanladığı mekaniklerle keyifli, hikayesi ve karakterleriyle oldukça sevilesi tatlı mı tatlı bir oyun olmuş. Uygun denilebilecek bir fiyatla da çıktı, mutlaka oynamalısınız.