Vampir konsepti her zaman güzel değerlendirilebilecek potansiyellere gebe, kendine özgü bir konsept olagelmiştir. Avuçlarının arasında tutup size ikram ettiği bu çeşitliliği kabul edip güzel değerlendirebilirseniz, ortaya harika işler çıkabiliyor. Bunun yanlış ellere geçmesi, yanlış yerlerde kullanılması ve yanlış şekillerde kullanılması sebebiyle hepinizin ”vampir” denildiğinde yüzünü buruşturduğunu biliyoruz. Klişe korku veya aşk gibi belirli düzlemleri takip eden vampir filmleri elbette hepimizin canını sıkıyor. Fakat Jojo Rabbit’in bizi hayran bırakan başarısının ardından sinematografisinin peşine takıldığımız Taika Waititi 2014 yapımı What We Do in the Shadows’da vampirlerin ne kadar farklı ve yaratıcı bir şekilde kullanılabileceğini kanıtlamış.
Vampir konsepti emin ellerde
Taika Waititi, vampir janrasının ağzımızda kötü tatlar bırakmış yapımları tarafından yıkılıp yok edilmiş, geriye kalan moloz yığınından doğru parçaları topluyor ve bu parçaları bir güzel belgesel formatıyla yoğuruyor. What We Do in the Shadows’ta bir vampir belgeseli izliyoruz. Ama hayır düşündüğünüz gibi bir belgesel değil bu. Dört vampir-ev arkadaşının günlük yaşamının belgeseli… Çünkü neden olmasın?
Bir belgesel ekibi, Yeni Zelanda’lı bu vampir ev arkadaşlarının hayatı, günlük mücadeleleri, alışkanlıkları hakkında bir belgesel çekmek amacıyla evlerine konuk oluyorlar. Bu evin üyelerinden biri her halinden nosferatuluk akan, soluk tenli Petyr. Vladislav, oldukça nazik bir vampir olan Viago ve en gençleri Deacon da bu evin diğer üyeleri.
Filmin kendine özgü absürt mizahı benim ağzımda bir şekerleme gibi eridi diyebilirim. Bu mizahı, vampir konsepti, karakterlerimizin günümüze bir türlü ayak uyduramayan beceriksiz halleri ve belgesel formatıyla da harmanlayınca kesinlikle ortaya bir tablo olsa salonumun baş köşesine asmak isteyebileceğim nitelikte bir iş çıkmış.
What We Do in the Shadows, her sahnesinde yüzümde bazen dingin bazen geniş gülümsemeler yaratan, her dakikasından ayrı ayrı keyif aldığım ender filmlerden biri oldu. Hiçbir anında inişe geçmeden, seyircisini minik minik dürterek dikkati sürekli üzerinde tutmayı başaran bir yapım. Genel yapısıyla da en sevdiğim dizilerden biri olan The Office’i anımsatarak rafta en beğendiğim işler arasında yerini en ön sıralardan aldı.
Tüm bunların yanında, elindeki malzemelerle ancak aynı yerde dönüp duracağını sandığım bu film, beni vampir kafadarların peşinden oradan oraya sürükleyerek bir hikayeyi de bol malzemeli salatasına ekledi ve tamamen şaşırmama sebep oldu.
Eğer gözünüzden kaçtıysa, bu vampirlerin gölgelerde neler yaptığına kesinlikle bir göz atın. Ben bu filmin ardından aynı isimli dizisine de kesinlikle koşar adımlarla bir bakacağımı rahatlıkla söyleyebilirim.